Korku, ölüm ve romantizm ağırlıklı bir yazın türü olarak, gotik edebiyat bugüne kadar pek ilginizi çekmemiş olabilir. Ama gotik kelimesi,aslında kurmaca eserlerden önce mimaride kullanılmış bir terim.
Batı Avrupa’da 12. ve 16. yüzyıllar arasında sıkça görülen, 18. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan süreçte de yeniden popülerlik kazanan bu mimari biçemin alameti farikaları sivri kemerler, kaburgalı tonozlar ve uçan payandalardı. Bu biçemin arkasındaki fikir ise, estetik kaygıların yanı sıra, yapıların heybeti ve azameti karşısında sıradan insanların önemsizliğini vurgulamak, huşu, korku gibi duygular yaratarak güçlülerin gücünü sergilemesine olanak tanımaktı.
Gotik edebiyat da eserlerin konularından bağımsız olarak, mekânın ruhunu en iyi kullanan, hatta yapıları kitabın bir karakteri haline getiren bir tür olarak önemini koruyor. Türün en başarılı örneklerinden Bram Stoker’ın Dracula’sında vampir aristokratımızın Transilvanya’daki şatosunun da kitabın önemli karakterlerinden biri olduğu kesin. Charlotte Brontë imzalı Uğultulu Tepeler’de gerek yapılar gerekse olayların geçtiği yer kitap karakterlerinin ruh hallerini etkilemekle kalmıyor, bizi de kitabın içine çekme işlevi görüyor. Aslında gotik geleneğine ait sayılmayan Kafka’nın Şato’su ise, bence, yine mekânın oynadığı başrol nedeniyle aslında bir gotik edebiyat şaheseri. Daha yakın zamanda yazılmış bazı gotik eserler arasındaise Daphnedu Maurier’den Rebecca, Mark Z. Danielewski’den Yapraklar Evi ya da Mervyn Peake’den Gormenghast serisi göz gezdirmeye değer.
Kasvet sevmeseniz de dünyanın farklı yerlerinde, farklı şekillerde yeniden yorumlanan gotik edebiyat, atmosfer yaratımında ilham alınabilecek zengin bir gelenek.